17 Mayıs 2025 Cumartesi

Kitap söyleşim nasıl geçti?

Dün, Remzi Kitabevi’nden çıkan romanım Benim Küçük Şaheserim çerçevesinde, kitaptaki olay örgüsü ve karakterleri, yazar ve okur olmayı, edebiyatın iyileştirici gücünü konuştuğumuz şahane bir söyleşide şahane insanlarla bir araya geldim. Booky Kitabevi’nin ev sahibi Buket Hanım’a nazik daveti için, söyleşinin moderatörü Betül Hanım’a harika hazırlanmış soruları için ve tüm katılımcılara pozitif enerjileri için teşekkür ederim. Kitabını derinlemesine okumuş, üstüne düşünüp sorular üretmiş ilgili ve samimi okurlarla birlikte olmak bir yazar için büyük şans… Şanslı günümdeydim. Detaylı fotoğraflar için instagram sayfama bakabilirsiniz.

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

12 Mayıs 2025 Pazartesi

Şakir Paşa Ailesi (Sezon) Finali: Ne Umdum, Ne Buldum?

Sezonun en dikkat çeken, en çok tartışma yaratan ve dizinin alt başlığının vadettiği "skandallara" prodüksiyon olarak bizzat (ve maalesef) kendisi yakalanan, başına gelmedik trajedi kalmayan göz kamaştıran dev bütçeli yapımı, bu sezon düzenli olarak izlediğim tek dizi Şakir Paşa Ailesi: Mucizeler ve Skandallar, dün akşam Now TV ekranlarında yayınlanan sezon finali bölümü ile sezonu görece erken kapattı. Bunun temelli bir gidiş mi yoksa geçici bir veda mı olduğu konusunda ise aslında kafalar hala karışık: Cem Yiğit Üzümoğlu verdiği bir röportajda dizinin final yapacağını söylerken (ve diğer başrol oyuncuları da sosyal medya paylaşımlarıyla diziye veda ederken), MED Yapım'ın duayen yapımcısı Fatih Aksoy bunun bir final değil, sezon finali olduğunu açıklayarak muamma bulutunu dağıttı. Nihayetinde dün akşam yayınlanan bölüm "sezon finali" ibaresiyle ekranlarımıza geldi. Umarım, bir dizi olarak kullanmaya bol malzemesi olan böylesi bir ailenin hikayesi önümüzdeki sezon da devam eder. Çünkü sadece diziye temel oluşturan iki anı/biyografi kitabına bakarak bile (Şakir Paşa Köşkü, Nermidil Erner, Remzi Kitabevi - Şakir Paşa Ailesi, Şirin Devrim, Doğan Kitap) bizi daha fazla "mucize ve skandalın" beklediğini, ailenin bir senarist için muazzam konu çeşitliliği sağladığını söylemek mümkün. Böylesi bir hikayeyi sürdürmemek, eldeki malzemeyi heba etmek olur. Yazık olur.

Magazini seven izleyiciler olarak yapılan açıklamaya rağmen kafaları kurcalayan dizi devam edecek mi etmeyecek mi, edecekse kadroda hangi oyuncular yer alacak soruları bir yana, dizinin devamı halinde bile göremeyeceğimiz bazı isimler en azından net: Şakir Paşa'ya hayat veren usta oyuncu Fırat Tanış, "tek el kurşunla" hayatını kaybederek, projeye adını ve salonda asılan büyük yağlı boya portresini bırakarak diziden çıktı, baştan beri planlandığı üzere. Aliye, Fahrünnisa ve Suat'ın çocukluk hallerini canlandıran başarılı çocuk oyuncuları da, yapılacağı söylenen zaman atlaması nedeniyle muhtemelen bir daha görmeyeceğiz. Eh, "yorgan gitti kavga bitti" misali, Aniesi'yi canlandıran Denise Capezza da büyük ihtimalle ikinci sezonda olmayacak. Evin hizmetçilerinden birine hayat veren Helin Kandemir de, giderek parlayan kariyerinde artık böyle yan bir rolü canlandırmak istemeyerek veda etmiştir diye düşünüyorum. Çocuk oyuncuların büyüklük hallerini canlandırma ihtimali olan oyuncularla ilgili Eda Ece, Hazal Kaya gibi isimlerin adı geçiyordu. İkinci sezon muhtemelen, yedi yıllık bir zaman atlamasıyla başlayacak. On dört yıl hapis cezası alıp yedi yıllık cezasının ardından hapisten salınan Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) eve geri dönüp, dengeleri bir hayli değişmiş olarak bulacak (hep öyle olmaz mı?). Ama bu yedi yıllık zaman atlaması, küçük çocuk oyuncuların büyüyüp karşımıza Eda Ece, Hazal Kaya gibi isimler olarak çıkması için yeterli bir zaman mı, ondan emin değilim. Neyse. Dizidir bu dizi. Senarist yazarsa her şey olur.

Giriş paragrafında değindiğim, dizide işlenecek çok konu olması meselesine birkaç örnek vermeden geçmeyeyim. Doğrusu, Şakir Paşa Ailesi'nde, Türk dizi izleyicisi olarak nedense pek sevdiğimiz ve en başarılı örneğini Yaprak Dökümü'nde Leyla-Necla-Oğuz olarak gördüğümüz "iki kız kardeş aynı adama aşık olur" çatışmasının yaşanmış bir örneği gibi, ikinci sezonu başlı başına götürebilecek bir durum var. Çocukluklarından itibaren çok yakın büyümüş olan iki kardeş Aliye ve Fahrünnisa kardeşlerin arasını açan tatsız olayları, Şirin Devrim'in anı kitabından öğreniyoruz. İzzet Melih ile evlenmiş olan ve hamileliğinin son dönemlerindeki Fahrünnisa, Aliye'yle kocası arasındaki ilişkiyi öğreniyor. Bu cidden trajik ve çok kötü bir durum, yankıları öncesiydi sonrasıydı derken en az yedi bölüm sürer. Veyahut bu meselelerin üstünden sular aktıktan sonra, Aliye'nin, sonraki sevgilisi Karl Berger'in evine girerek onun ilişkide olduğu diğer kadını öldürmeye çalışması. Emir bin Zeyd'le evlenen Fahrünnisa'nın Avrupa'nın çeşitli kentlerinde, sonra Irak'ta yaşadığı hayat. Daha sonrasında yaşadığı depresyon. Suat'ın çapkınlıkları. Siyasi meselelere bakacak olursak, Ayşe'nin eşi Ahmet Paşa'nın (Ahmet Faik Erner) yaşadığı Malta sürgünü. 1. ve 2. Dünya Savaşları. Hatta Fahrünnisa'nın Hitler'le olan tanışıklığı, sohbetleri. Bir sürü, bir sürü olay, bir sürü detay var. Tabii bunlar hakkıyla işlenebilecek mi göreceğiz. Hakkıyla işlenebilecek mi derken, sadece televizyon dinamiklerinden ve bunların ne kadarının yansıtılabileceğinden bahsetmiyorum. Karakterlerin Avrupa'nın çeşitli kentlerinde yaşadıkları hayatları bize haftalık bir televizyon dizisi ne kadar sunabilecek? Böylesi bir derde girmek isteyecekler mi, yoksa olayların hepsini İstanbul'da aynı evin içine mi sıkıştıracaklar? Bir kez daha, Şakir Paşa Ailesi: Mucizeler ve Skandallar, ta en başından planlandığı gibi Disney'e dijital bir dizi olsa daha mı iyi olurdu sanki diye düşünmekten kendimi alamıyorum...

Lafı daha da uzatmadan, gelelim sezon finaline. Öncelikle, sezonun en uzun bölümlerinden birini izledik, zira toparlanması gereken çok fazla konu vardı. Zannediyorum çeşitli tepkilerden ötürü Cevat-Aniesi-Şakir meselesini tamamen bir kenara bırakan dizide, son beş-altı bölümdür aslında hikayelerini pek de merak etmediğimiz Asım ve Rozali'nin ilişkisiyle doldurulmuş bölümler izlemeye mecbur kaldık. Son dönemdeki bölümler hem konuları hem de düzensiz yayın takvimi nedeniyle izleyiciyi pek memnun etmedi; savruk, dağınık, ana konudan çok uzakta, adeta bir spin-off tadı veren bölümler izledik. Ve nihayetinde izlediğimiz bölümlerdeki hikaye pek de tatmin edici bir yere bağlanmadan kapandı gitti: Asım'la Rozali ayrıldı, Rozali (sonunda!) memleketine geri döndü. Diziye fazlasıyla renk katan Meryem Uzerli'ye teşekkür ederiz. Açıkçası, Rozali'yle Aniesi arasındaki Şakir Paşa gerilimini hissettiren akslar kurulmasını tercih ederdim. Nitekim, dizinin 7. bölümünde bu iki karakter arasındaki soğuk savaşı izlediğimiz sahne, belki de koca bir sezonun en iyi sahnelerinden biriydi. Kulüpte gerçekleşen, karakterlerin masa altından birbirleriyle çekiştikleri ve kıyafetlerine karşılıklı olarak zarar vererek birbirlerinin üstünde güç oyunu oynadıkları bu sahne çok iyi yazılmış, çekilmiş ve muazzam fon müziği eşliğinde son derece iyi kurgulanmıştı. (Meraklısı ilgili videonun 4:40-10:25 arasını izleyebilir.)


11. bölümün finalinde Aniesi'nin gizlice Şakir Paşa'nın odasına girdiği ve orada büyük bir sürprizle karşılaşarak "Şakir?" diye hitap ettiği karanlıktaki kişinin Cevat olduğunu gördüğü sahne, dizinin bu sezonki belki de son iyi kurgulanmış sahnesiydi. O andan sonra pek de ana hikayenin bütününe hizmet eden bir sahne izleyemedik. Ara bölümler yan hikayelerle doldurulup geçiştirilince herhalde büyük olayı sezon finaline saklayarak sezonu şöyle yürekleri ağızlara getirecek bir bölümle kapatacaklar dedim ama, yok. Dizinin başından beri önümüze sunulan flashforward sahneleriyle hazırlandığımız, Cevat'ın babası Şakir Paşa'yı Afyon'da öldürmesine ilişkin tek bir sahne bile göremedik. Burada şunu söylemek gerekir ki, o gece Afyon'da ne olduğunu kimse bilmiyor. Kaza mı, cinayet mi, kendini koruma refleksi mi, buralar muamma. Bu cinayetin nedeni Cevat'ın Aniesi ile babası arasındaki ilişkiyi öğrenmesi gibi spesifik bir sebep mi yoksa baba-oğul arasındaki süregiden gerginlikler mi, burası da asla net değil. Gerçek olan tek şey, Şakir Paşa'nın oğlu Cevat tarafından tek kurşunla öldürüldüğü. Ben hiç değilse Afyon'daki çiftlik evinde bir baba-oğul sahnesi görmeyi ve kapalı kapının ardında patlayan tek el silah sesi duymayı beklerdim. Net bir yargıya varmaya gerek yoktu. Yine her şey kendi hayal gücümüze ve geçmişin gizemine kalırdı. Belli ki oralara hiç girmeyelim, başımıza iş almayalım denmiş. Ama instagram hesabımdan dizinin sayfasına yaptığım bu birkaç cümlelik yorum binlerce beğeni alınca, izleyicinin de bu baba-oğul sahnesini görmeyi beklediğini anladım. Öte yandan Şakir Paşa, Cevat, Lala ve Suat Afyon'a gitmek üzere yola çıkarken, köpek Tom'un o sahnede hiç olmaması eksikliği dikkatimi çekti. Çünkü gerçek hikayede köpek Tom'u da yanlarında götürüyorlardı, sanırım unutulmuş. Yine aynı sahnede Şakir Paşa'nın Cevat'tan odasındaki yedek gözlüğü istemek yerine, tabancasını istemesi daha mı etkileyici olurdu diye düşündüm; Cevat'ın babasını bizzat o tabancayla vuracağı iması veren bir dramatik kurguyla.


Öyle veya böyle, sezonun en iyi dizilerinden birini izledik. Bu önemli ailenin hikayesini her şeye rağmen hayata geçirdiği için MED Yapım'a ve Fatih Aksoy'a teşekkürler. Dizinin senaristi Hande Altaylı, bizlere üstünde titizlikle çalıştığı müthiş bir dünya, karakterler ve içi dolu sahneler sundu. Gerçi, dün akşamki bölümün yazarı olarak Altaylı'nın adını göremedim, diziden ayrılmış olabileceği akıllara geliyor, eğer yeni bir bilgi edinirsem burayı mutlaka güncellerim. Yönetmenleri, şahane müziklerle hikayeyi destekleyen bestecileri (dizi müziği konusunda cidden iyi bir ülkeyiz), tüm set ekibini ve tüm oyuncuları da tebrik edelim. Fırat Tanış'ı ve Vahide Perçin'i övmeye bilmem gerek var mı, harikaydılar. Oyunculuğunu ve duruşunu zaten çok beğendiğim Cem Yiğit Üzümoğlu, 19 Mart'ta Ekrem İmamoğlu'nun gözaltına alınması ve kendisinin de bir günlüğüne gözaltında tutulması süreciyle birlikte diziyle paralel olarak siyasi duruşuyla daha önce ulaşamadığı yüz binlerin gözdesi oldu (hani ileride bugünlerin dizisi çekilirse filan diye tarihe not: 95 bin olan takipçi sayısı bu olayla bir günde 600 bine çıktı). Kadro çok iyi oluşturulmuştu. Devrim Yakut, Berfin Nilsu Aktaş, Denise Capezza, Onur Durmaz, Jak Cem Avnayim... Hakkiye'yi canlandıran Yağmur Başkurt'u, mutfak çalışanlarını canlandıran ve samimiyetleriyle içimizi ısıtan Serap Önder, Helin Kandemir, Nehir Topal gibi isimleri, Lala'yı canlandıran İbrahim Şirin'i de özellikle anmak gerek. Çocuk oyuncular Azra Aksu, Zeynep Ebrar Karaca ve Melih Yalçın Yılmaz'ı da öyle. Müthiş bir oyuncu kadrosuyla harika oyunculuklar izledik, tadı damağımızda kaldı. Bakalım olası zaman atlaması ikinci sezonda bu kadrodan kimleri götürecek, kimleri getirecek? Bakalım Şakir Paşa Ailesi'nin çılgın ve renkli üyeleri ikinci sezonda neler yaşayacak? Herkesin emeğine sağlık.

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Lady Chatterley'in Âşığı

Şu sıralar yine pek çok farklı türde kitabı aynı anda okuyorum. Final yapacağı haberine üzüldüğüm Şakir Paşa Ailesi dizisinin kendisine kaynakça olarak aldığı iki anı kitabını da keyifle, beğeniyle okudum. Bu kitaplardan, yakın dönem tarihimize ilişkin pek çok şey öğrendim. Mutlaka tavsiye ederim.

Roman olaraksa Lady Chatterley'in Âşığı'nı okuyorum. Kitabın ismindeki kelimelerin Lady yerine Leydi veya Âşığı yerine Sevgilisi olarak kullanıldığı çeviriler de var fakat ben bu şekilde kullanmayı kitabın ruhuna daha çok yakıştırdım. D. H. Lawrence tarafından bu eser, döneminde büyük skandal yaratmış ve kendi ülkesinde yasaklanmış. Bir kadının özgürce yaşadığı cinselliği gibi o dönem için alışılmışın dışında sertlikte bir konu olunca, Lawrence kitabını 1928 yılında İngiltere yerine İtalya'nın Floransa şehrinde gizlice bastırmak zorunda kalmış. Kitabın sansürsüz baskısının yayımı ise İngiltere'de 1960 yılına kadar mümkün olmamış. Roman özetle, aristokrat bir kadın olan ve evli olduğu felçli kocası Sir Clifford Chatterley'den uzaklaşan Lady Constance Chatterley ile malikanelerinin korusunda bekçilik yapan Oliver'ın yasak aşkını konu ediyor. Epey uzun, hacimli bir klasik. Birkaç alıntı paylaşayım:

"İnsanın kendi yalnızlığından kurtulmaya çalışmasının sonu iyi değildi. Tüm hayat boyunca ona tutunmak gerekirdi. Yalnızlığın yarattığı boşluk yalnızca ara sıra doldurulabilirdi. Ara sıra!"

"Almanya'da da bir sevgilin vardı, değil mi? Ne oldu, bir his kaldı mı geriye? Neredeyse hiçbir şey. Bana öyle geliyor ki hayatımızda fark yaratacak etkilere sahip olan şeyler, bu minvaldeki küçük hareketlerimiz ve bu çeşit ilişkilenmeler değildir. Bunlar geçer, neredeler şimdi? Nerede hani? Geçen sene yağan kar duruyor mu? Önemli olan insanın hayatı boyunca kalıcı olan şeylerdir, bana göre önemli olan benim hayatım, onun sürmesi ve gelişmesi önemli. Ara sıra peydahlanan ilişkilerin ne önemi var? Hele de cinsel ilişkilerin! ... Önemli olan hayat boyu sürecek arkadaşlık, yarenliktir. Önemli olan bir iki kere yatmak değil, günbegün beraber yaşamaktır. Sen ve ben, biz evliyiz, ne olursa olsun. Biz birbirimizin alışkanlığıyız. Ve bana göre alışkanlık, herhangi bir günlük heyecandan çok daha hayatidir. Uzun, yavaş, kalıcı olan... Yaşamaya değer olan budur, öylesine anlık coşkular değil!"

"Connie'nin acı içindeki çağdaş kadın beyni hala dinlenemiyordu, ara veremiyordu. Gerçek miydi bu? Biliyordu, kendini adama bıraksaydı, gerçek olurdu. Ama kendini kapattığı sürece bir anlamı olmayacaktı. Kendini yaşlı hissetti, sanki milyonlarca yıl yaşamıştı. En sonunda kendi yükünü taşıyamaz olmuştu. Elde edilmesi daha kolay biri olmak zorundaydı. Bunu yaşamak için böyle olmak zorundaydı."

Farklı yayınevlerinden çıkmış herhangi bir baskısını okuyabilirsiniz.

***

Dün haftalık Oksijen gazetesinin yeni sayısını aldım (tarihe not: 50 TL). Ekinde, Türkiye'de 2024 yılında 414 milyon kitaba bandrol alındığı, ama kurgu ve edebiyat kategorilerindeki kitaplarda yaklaşık 12 milyon düşüş yaşandığına ilişkin bir yazı var. Elbette bu veriler Türkiye Yayıncılar Birliği'nin raporundan. Açıklanan rakamlara göre geçtiğimiz yıl 14 bin 444 farklı roman basılmış. Bunlardan biri de Benim Küçük Şaheserim...

***

Ben bu yazıyı yazarken televizyonda Sözcü TV açıktı, İstanbul'da deprem oldu diye alt yazı geçti. Tekirdağ merkezli 3.7 şiddetinde bir deprem olmuş. Geçen akşamkini hissetmiştim ama bu seferkini hissetmedim, pek hisseden de olmamış, küçük bir deprem neticede. Balım (sultan papağanım) da genelde depremlerde öter, kanat çırpar. Bu seferkini o da hissetmemiş olacak ki, kendi halinde tüylerini temizlemeye devam ediyor.

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

24 Nisan 2025 Perşembe

Depreme IKEA'da yakalanmak...

İçinden geçtiğimiz sürreal, distopik ve sahiden kara filmlerdekileri katbekat sollayan tuhaflıktaki günleri saymazsak, dün önemli bir güne, 23 Nisan'a uyanmıştık aslında. Ülke gündeminde süregiden tüm olumsuzluklara rağmen, belki de tüm bu olumsuzluklar nedeniyle, insanın içinde coşkuyla kutlama duygusu uyandıran bir güne... Ben de, tatil günü etraf kalabalıklaşmadan, sabah kahvaltıdan sonra, alınacak birkaç parça şey için IKEA'ya gideyim bari dedim. Böylece tuttum Ümraniye'nin yolunu... Mobilya katını gezmeye daha yeni başlamışken, hafif bir sallantı hissettim ve deprem mi oluyor dedim ama bizimkiler bir şey hissetmemiş, ortalık da sakin görünüyor, üstünde durmadım (sonradan haberlerde görünce anlayacaktım ki; hissettiğim bu sarsıntı, 6.2 şiddetindeki ana depremin öncü depremiymiş). Bundan bir yarım saat kadar sonra, yani peşimizdeki alışveriş arabasıyla yemek katına gelip kalabalığın içinde kendimize güç bela bulduğumuz boş bir masacığa oturduktan sonra, daha yemek sırasına bile girmemişken, tüm kat sallanmaya başlamasın mı! Hem altımızdaki zemin hem de üstümüzdeki lamba ve borular zangırdamaya başladığı andan itibaren bir anda Titanik benzeri filmlerdeki gibi bir kargaşa ve panik ortamı oluştu ve masalarında oturan insanlar, çoluklu çocuklu aileler yeni aldıkları yemeklerini, tepsilerini bırakıp aniden koşuşturarak katı terk etmeye başladı. Tıka basa dolu olan kat, göz açıp kapayıncaya dek boşaldı. Nasıl, nereden çıktılar, nasıl izdiham olmadı, bilmiyorum. Sanırım, aşağıdan yukarıya hareket eden yürüyen merdiveni kapatmışlardı ve hem oradan indiler hem de normal merdivenlerden. Bizimkilerse, on beş saniyelik deprem boyunca hiç istiflerini bozmadı. Sanırım, IKEA alçak katlı ve yatay bir bina olduğu, bir de sağlam bir bina hissiyatı verdiği için, kalabalığın peşine takılıp dışarı çıkmaya çalışmadık. Aslında ben çıkalım dedim ama soğukkanlılıkla içeride kalmaya devam ettik. Hoş bu arada zaten deprem de bitti ve ortalık yeniden normale dönmeye başladı. Nitekim sarsıntı bittiğinde, boşalan katta yalnızca biz ve birkaç masa daha kalmıştı. İnsanların dünya paralar verip satın aldığı tepsiler dolusu yemekleri de, masalarında ve hatta kasa önlerinde, trajik bir yalnızlık içinde terk edilip gitmişti. Her şey bittikten sonra dönüp parasını ödedikleri yemekleri yemeye devam ettiler mi, bilmiyorum. Özetle; bu seferkini çok ucuz atlattık, hepimize geçmiş olsun.

IKEA'daki küçücük metrekarelere maksimum konfor ve tarzla dekore edilmiş maket evlere bakarken, gerçekte böylesini dizayn etmenin pek de mümkün olmadığını düşünürüm hep. Oysa artık gözümüz bunlarda da değil, zira son haberlere göre Türkiye'de bir kişinin ev alabilecek parayı biriktirebilmesi için 52 yıldan fazla birikim yapması gerekiyormuş. Avrupa ülkelerinde ev alabilmek için 5 ila 10 yıl çalışmak yeterliyken, Türkiye'de tamı tamına 52 yıl boyunca maaşınızı biriktirmeniz gerekiyor ki, bir ev alabilesiniz! O da kesin 1+1, en ucuz evdir ha. Kısaca ev almak artık neredeyse imkansız da diyebiliriz (ve aldığınız evin depremde yıkılıp mezar olmayacağına dair bir garanti de yok). Ama artık insanlar son beş yılda iyice dibe vuran ekonominin ve hayat pahalılığının düzelmesini de geçti; hukukun düzgün olarak işlediği bir ülkede yaşamak istiyor. Ülkemizde, odaklanmamız gereken en önemli sorunlardan biri de işte bu deprem gerçeğiyken, keşke gündemi başka uydurma konu başlıklarıyla meşgul etmesek. Kanal İstanbul gibi akla zarar bir projeyle İstanbul'u ortadan ikiye bölüp tüm çevresini Araplara satmak yerine, hukuku, adaleti sağlayıp, olanca gücümüzle depreme karşı önlemlerimizi alsak. Elimizdeki güzelim ülkeyi, cennet vatanımızı böyle daha fazla mahvetmesek. Olmaz mı?

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

2 Şubat 2025 Pazar

Bitti bitti bitmedi

Saat 15.00. Evin içi hava alsın diye açtığım camı, içeri temiz hava yerine zehirli karbonmonoksit mi dolduruyorum diye huylanıp kapatarak bilgisayarımın başına, bu yazıyı yazmaya oturdum. Bir ay çöreği, birkaç fıstık yedim. Fıstığın içinde pestisit yoktur, değil mi? Umarım yoktur. Ama Türkiye'den Avrupa'ya ihraç edilen Antep fıstıklarında yüksek miktarda pestisit (yetmedi, bir de aflatoksin varmış; neyse bedavadan gıda kimyageri olduk hepimiz) bulunduğu için Türkiye'ye geri gönderilen ve burada bize satışa sunulan (görünüşe bakılırsa bizi insandan sayan yok) Antep fıstıklarını haberlerde daha yeni okuduk. Portakaldan, nardan, elmadan, mandalinadan nasıl olsa pestisite bağışıklık kazanmışızdır herhalde. Yiyin gari.

Maskeleri bu sefer de hava kirliliğinden dolayı takacağız gibi görünüyor. İstanbul'da bu hafta çarşambadan beri hava kirliliği uyarıları zaten yapılıyordu. Sis, pus ve hava kirliliğinin birbirine karıştırdığı günlerde, televizyonda pek görmesek de, internette "İstanbul'da karbonmonoksit patlaması başladı, uzmanlar uyardı!" haberlerine rastlayınca, Covid bittiğinden beri dolapta duran maske kutusunu tekrar piyasaya çıkardım. Açık havada fazla dolaşmamayı ve hatta evlerdeki camı pencereyi açmamayı öneren bu haberlere bakılırsa, iş yerlerinin evden çalışma vermesi gerekir ki sokağa çıkmayalım. Tabii böyle bir şey olduğu yok; dolayısıyla her gün İstanbul'un hava kirliliğinin içine atıyoruz kendimizi. Sahiden de gözle görülür bir kirlilik vardı cuma günü ve dün, ara ara da soba dumanı gibi apaçık duyulabilen kokular çektik ciğerlerimize. Ben de bazı yerlerde yürürken maskemi taktım, ne yapayım.

Dün, Üsküdar'dan Haliç vapuruna binerek son durak olan Eyüp'teki Artİstanbul Feshane'ye, Ahmet Güneştekin'in "Kayıp Alfabe" sergisini görmeye gittim. (Yılbaşından sonra HER ŞEYE gelen zammın elbette ulaşıma gelmesi de kaçınılmazdı. Gelecekte bir romancı olur da 2025 İstanbul'undaki günlük yaşamı arka fonuna alarak yazacağı roman için interneti kurcalarsa diye tarihe sosyoekonomik not: Haliç vapuru tam 45 lira olmuş, git gel 90 lira gitti. Geçen hafta gelen zamlardan sonra İstanbul'da toplu ulaşımda bir basış 20 liradan 27 liraya çıkmıştı. Öğrenciler içinse 13,18 lira. Bazı uzun mesafeli vapurlar ise görüldüğü üzere 45 lira. Ama indiğin iskeleye bağlı olarak iade alınabiliyor. Bu iade sistemi güzel bir şey. Bence otobüslerde de olmalı. Ben belki bir durak için bineceğim -ki ben binmem, yürürüm, ama belki binenler olacak?-, niye 50 durak gitmiş gibi 27 lira basayım ki?) Malum, havalar 17-18 derece olunca, Balat'a kadar filan vapurun üst katında oturdum. Ama sis nedeniyle Boğaz'ın hiçbir güzelliği görülemiyordu, her şey örtülmüştüBoğaz demişken, bugünlerde Remzi Kitabevi'nden daha yeni çıkan, dumanı üstünde Turan Akıncı kitabı "Boğaziçi: Saraylar, Sefaretler, Yalılar"ı okuyorum da, Boğaz'a bir başka gözle bakmaya başladım. İstanbul’da yaşayanlar olarak, yaşadığımız şehrin ne kadar farkındayız? Bir hengamenin içinde yuvarlanıp giderken, yaşadığımız şehrin köklü geçmişini ve tarihi mimarisini fark etmeye mecalimiz kalmıyor çoğu zaman. Fotoğraflarla zenginleştirilen, Boğaz'daki yalıları, Osmanlı'daki Boğaziçi köylerini, koruları, sarayları, yapıları anlatan kitapla eski İstanbul'da nostaljik bir gezintiye çıkmış gibi oldum. Havalar güzelleşince kitaptan belirlediğim yerlerde yürüyüşler yapacağım, kitap bende İstanbul'u adımlama düşüncesi uyandırdı. Meraklısına duyurulur diyeyim ve bu bahsi burada kapatayım. Neyse, sonra vapurun üst güvertesinde üşüyünce alt kata, kapalı alana indim. Eyüp iskelesinden beş dakika mesafede Feshane. Taş ve metal gibi malzemelerden yapılan, insanları düşünmeye sevk eden çeşitli eserlerin sergilendiği sergi ücretsiz. O nedenle de çok kalabalıktı. Ama gitmişken düşünmeden edemedim: İnsanlara sergi girişinde telefonlarınızı topluyoruz, çıkışta alacaksınız deseler, kaç kişi yine de o sergiye gider? Eserleri incelemekten çok, görevmiş gibi çabuk çabuk fotoğrafını çekip, hızla diğer esere doğru yol alıyor çünkü çoğunluk... Bu her sergi için böyle maalesef. Anı yaşamak yerine çekip paylaşmak, çağımızın hastalığı.

Bu arada havalar sıcak dedim ama, yarından itibaren hızla soğuyor ve çarşamba günü İstanbul'a kar geliyor diyorlar. Ah, biz bu lafları çok duyduk, dediğinizi duyar gibiyim, haklısınız. Bakalım İstanbul'a bu sefer beklenen kar yağacak mı? Neyse, birkaç gündür kapattığım kombimi bugün itibarıyla tekrardan açtım. Şu an için hava hala oldukça ılık ama.

Bir yandan da kitap kulübü kitaplarımı okuyorum. Daha detaylı olarak geçtiğimiz hafta şu yazımda duyurmuştum. Bir süredir buluşma düzenleyemediğim kitap kulübümde Şubat ayında Üsküdar'da toplanıyoruz. Okuyacağımız kitaplar, Afro-Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından Nobel ödüllü Toni Morrison'ın iki farklı sınıftan iki farklı siyahi karakter arasındaki ilişkiyi ele alan çarpıcı romanı Katran Bebek (Sel Yayıncılık) ve Wilhelm Jensen'ın Antik Çağ'dan kalma bir rölyefi saplantı haline getiren genç arkeoloğunun peşinden İtalya'ya uzanan ve psikanalitik bir incelemeye tabi tutulan (hem de Freud tarafından) ilk edebiyat yapıtı olan novellası Gradiva: Bir Pompei Düşü (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). 22 Şubat cumartesi günü buluşacağız. İstanbul'da yaşayıp kitap kulübüne kayıt yaptırmak isteyenleriniz olursa, şu formu doldurabilirsiniz.

Bir sonraki yazıda görüşünceye dek, kendinize çok iyi bakın!

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

En son çıkan kitabımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

27 Ocak 2025 Pazartesi

Kitap kulübümün Şubat ayı kitapları

Kim bilir? Belki de aynı kitabı okuyor, aynı sayfaya ayracımızı koyuyor, aynı karakterlere hayran oluyoruz ve aynı olay örgüsü karşısında ağzımız açık kalıyor. Tüm bunları yaparken birbirimizden ayrı olmamıza gerek yok. İşte tam da bu ilhamla oluşturduğum ve ilk kitap toplantısını 2023’te yaptığımız Mert’in Kitap Kulübü’nün blog'umda da şöyle detaylı bir duyurusu olmasın mı dedim ve şubat ayının buluşmasına hazırlanırken, henüz kulüpten haberi olmayanlarınız da haberdar olsun diye bu paylaşımı yapayım istedim.

Mert’in Kitap Kulübü, sizi kitapların büyülü dünyasında aynı okuma zevkini paylaştığınız yeni insanlarla tanışıp sosyalleşmeye ve toplantının kitabı hakkında çay sohbeti eşliğinde tartışmalar yapmaya davet ediyor. Evet, İstanbul’da buluşup kitaplar hakkında yüz yüze konuşuyoruz, çünkü masa etrafında birbirimizi görerek yaptığımız o gerçek, sahici paylaşımların verdiği his gibisi yok.

Şubat ayı buluşmamızın ana kitabı olarak belirlediğim kitap, Afro-Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından Nobel ödüllü Toni Morrison'ın iki farklı sınıftan iki farklı siyahi karakter arasındaki ilişkiyi ele alan çarpıcı romanı Katran Bebek; yan kitapsa, Wilhelm Jensen'ın Antik Çağ'dan kalma bir rölyefi saplantı haline getiren genç arkeoloğunun peşinden İtalya'ya uzanan ve psikanalitik bir incelemeye tabi tutulan (hem de Freud tarafından) ilk edebiyat yapıtı olan novellası Gradiva: Bir Pompei Düşü. Sel Yayıncılık ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları kitapları. Buluşmaya iki kitabı da okuyarak gelmeniz bekleniyor ancak kitaplardan en az birini okuyarak katılmanız zorunludur. 

Buluşmamızı, 22 Şubat cumartesi günü saat 15'te Üsküdar/Bağlarbaşı'nda bir kitabevi-kafede gerçekleştireceğiz. Detaylı adresi katılımcılara iletiyor olacağız. İstanbul kitap kulüpleri arayanlara duyurulur!

Kulübün sistematik bir buluşma takvimi bulunmuyor. Buluşmaları daha ziyade, okuyup diğer bibliyofil insanlarla birlikte masaya yatırmak ve üstünde derinlemesine konuşmak için beni dürten kitaplar oldukça organize ediyorum (ayrıca bunda mekân ayarlamak gibi bana küçük çaplı stres yaşatan organizasyonel sıkıntıların da payı var ama oralara şimdi hiç girmeyelim).

Eğer siz de katılmak isterseniz, şubat ayının kulüp kitabı duyurusunu yaptığım instagram.com/mertinkitapkulubu'nden bekleniyorsunuz. Kayıt için kayıt formunu doldurmanız gereklidir ve herkesin konuşabileceği samimi bir ortam için katılım kontenjanla sınırlıdır.

Görüşmek üzere! 

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

En son çıkan kitabımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitap söyleşim nasıl geçti?

Dün, Remzi Kitabevi’nden çıkan romanım Benim Küçük Şaheserim çerçevesinde, kitaptaki olay örgüsü ve karakterleri, yazar ve okur olmayı, edeb...